*” Zenginleştikçe Bize Fakirliği Anlatanlar”*
Her gün gazetelerden,dergilerden okuduğum yeni bilgiler böyle bir sistemi insanlar nasıl fark edemezler ve kendileri için neden ayağa kalkmazlar, neden hakları olanı istemezler diye çok düşündürüyor beni?
Hadi biraz da bu yazıyı okuyarak siz düşünün bakalım. Hadi rahatsız olun, öfkelenin. Öfkelenince belki kendinize gelirsiniz.
Ha bir de gerçekten öfkelenmesi gerekenler var ama kendilerine. Bu işin kavgasını verip öncülük idfiası taşıyanlar, sorun kendinize ve öfkelenin ; neden anlatamıyoruz diye. İnsanın anlayabilecek noktalarına neden dokunamıyoruz. Her neyse ben anlatayım yine belki bir yerden yakalarız.
Bakın, size bir hikâye anlatacağım. İçinde
kahramanlar yok. Çünkü kahramanların yerini holding patronları almış. Bu hikâyede iyiler kaybediyor, kötüler ise devletten “teşvik” alıyor.
İstanbul Sanayi Odası, 2024’ün en büyük sanayi şirketlerini açıklamış. Ne tesadüf, yine TÜPRAŞ birinci. Yani Koç ailesi, devletin özelleştirip “buyurun efendim” diye sunduğu o rafineriden 484 milyar TL ciro yapmış. Ne diyelim, hayırlı olsun(!)
Peki ya o 6.200 TÜPRAŞ işçisi? Onlara reva görülen ne? “Zam istemeyin, enflasyon çok” denmiş. Üstüne bir de grev yasaklanmış. Neden mi? Çünkü patronun keyfi bozulmasın.
İşçiye düşen mi? Kışın montla çalışmak, yazın sıcakla kavrulmak, evine kuru ekmek götürmek. Ama aynı gemideyiz(!)
Ford Otomotiv de ikinci olmuş. 19.516 işçiden her biri buraya dikkat edin patronuna aylık 136.600 TL net kâr kazandırmış. Yani bütün giderler düştükten sonra.
Kendisi ise ay sonunu nasıl getireceğini düşünüyor. Çünkü bir işçi patronuna kazandırdığının en fazla 1/3 ünü kazanmıştır, belki. Asgari ücretin patrona ne kazandırdığını siz düşünün.
Ama yöneticisi diyor ki: “Biz bir aileyiz.” Sahi, bu nasıl aile? Evlat açken babanın her ay yeni bir lüks oto alması normal mi?
Bu hikâyenin en ilginç kısmı şu: Patronlar büyüdükçe, çalışanlar küçülüyor. İSO 500’ün toplam üretimden satışı bir yılda %42 artmış.
Bu kadar büyük pastadan işçiye ne düşüyor? Pastanın kırıntısı mı? Hayır. Pastayı taşıyan tepsiyi bile sırtlamış durumda işçi. Kendi yediği yok, ama taşıdığı tepsinin yükü sırtında kambur olmuş.
Ama merak etmeyin. Devlet onların yanında. Patronların! Çünkü bir yanda teşvikler, vergi afları, kredi kolaylıkları, ihracat destekleri… Diğer yanda ise ücretini yine kendisinden kestiği emekçiye emeklilik yaşı artışı, sefalet ücretleri, kamu hizmetlerinin tasfiyesi.
IMF programıymış, Orta Vadeli Program’mış, Yapısal Reform’muş… Ne derseniz deyin. Bu koca sahnede bu oyunda figüran olan hep biziz. Başrol, sermayede. Oynayanlar hep aynı: Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, yandaş, arkadaş…Replikler değişiyor, ama senaryo aynı.
Peki, soralım kendimize: Neden hâlâ “işçi ama patronu seviyor” diyen türküleri mırıldanıyoruz?
Neden bir işçi, patronunu kahraman gibi görüyor?
Neden açlığı paylaşıp zenginliği kutsuyoruz ve bundan memnunuz?
Neden, neden, neden…
Belki de bu düzen sadece parayı değil, aklı da yönetiyor. Bilinci de alıyor. Patronun televizyonu, patronun gazetesi, patronun sendikası, patronun siyaseti…
Her şey emekçiye “sus, çalış, şükret” diyor. Sanki zenginlik ayıp, yoksulluk kutsal.
Ama bu hikâyenin bir sonu olabilir. Yeter ki işçi, sadece karnını doyurmakla kalmasın. Aklını da doyursun. Anlasın: Bu sistemde fakirlik kader değil, tasarlanmış bir projedir.
Ve o zaman, belki gerçekten aynı gemide oluruz. Ama bu kez dümeni halk tutar. Patronlar sadece yolcu olur. Belki de ilk defa adaletli bir yolculuk başlar.
Bu yazı, fabrika kapısında yanan sobadan çıkan duman gibi, gözünüzü yaşartıyorsa… Sebebi yalnızca soğuk değil. Bu duman, sömürü düzeninin isinden başka bir şey değil.
Yüzümüzden o sisi silmenin, dumandan yanan gözlerimizi rahatlatmanın zamanı gelmedi mi?
Ne kadar daha sürecek acaba bu sömürü böyle?