DİZELERİN AKLI
(Çiğdem Sezer / Aramızdan Hayat Geçti-Toplu Şiirler)
“yağmurlu bir akşam getirdim
tenimde ışıldayan temmuz günleri
ter kokulu sokaklarında kentin
ilkyaz çiçeklerini derledim
belleğimde acının sonsuzluğu”
(Giderken / Kanadı Atlas Kuşlar)
Çiğdem Sezer, bu dizeleriyle okuruna; her bir imgenin ve duygunun bağımsız olarak ele alınmasını ama içsel bir arınmayla da bütüne varabileceğini hissettiriyor. Zaman ve fiziksel durumlar açısından ortaya konulan karşıtlıklarla, dizelerin birbirinden kopuşunu değil aksine duygusal geçişlerde yer yer geriye dönüp tezatlıkların da insan varlığına ait olduğunu anlatmaya çalışıyor. “Yağmurlu bir akşam”ın hüzün barındıran bir sonu imlediği düşünüldüğünde, bu ilk dizeyi güçlendirecek geçmişe ait yaşanmışlıkların izlerinin de sürülmesi gerekiyor. Bu yüzden şair, yılın en sıcak ayı temmuza “tenin ışıldaması” imgesiyle canlı ya da mutlu bir çağrışımı yüklerken olumlu-olumsuzluk anlamında da gidip gelmektedir aslında. Çünkü umudunun ve yeni başlangıçların yurdu olan “ilkyaz çiçekleri” şairi, geçmişin güzelliklerinden güç aldırmaya itmişse de, ortada şairin belleğinde iz eden ve sürekli anımsanan acıların kalıcılığı da sözkonusu. Bütün bunlar belki de, Çiğdem Sezer’in bunaltıcı bir şehirde yaşamak zorunda kaldığının bir yansıması. Öyle ya; duyguların karşıtlığını besleyecek bir mekânın da olması gerekiyor. Özetle şair, okuru genel bir çizginin ötesinde derinlikli yolculuğa çıkarıyor, dizelerin iç bağlam örgüsünü yer yer kırarak…
“ben o şarkıyı çoktan unuttum
silindi ayak izlerim tenha parklarda
göçmen bir kırlangıç son çılgınlığım
ezberimde kuşların dönüş vakti”
(Ben O şarkıyı Çoktan Unuttum / Çılgın Su)
Çiğdem Sezer; unutma, kayıp, yalnızlık ve geçicilik gibi anlam katmanları geniş imgelerle evrensele taşıyor kendi bireysel deneyimini ya da duygusunu. İnsanın zamanla olan ilişkisinin sorgulaması gerçeğini canlı tutarak hem de. Böylece geçmişin bir şarkı sözü üzerinden unutulmuş olmasının açıklığı, “o şarkı” betimlemesiyle belirli bir dönemden ya da anıdan vazgeçişin de simgesidir ayrıca. Kim bilir, zamanın yıpratıcı etkisinden kaynaklı bilinçli bir unutma çabası mıdır… Ki bu düşüncesini bir sonraki dizeyle de pekiştiriyor aslında şair. “Tenha parklar”da yalnızlığa/ıssızlığa bıraktıklarının izleri de silinmiştir çünkü. Bu hem duygusal hem de fiziksel bir silinme olabilir. Artık şair, yaşamı için bir özgürlük ve yenilik arayışına giriyor. “Göçmen bir kırlangıç” metaforu o yüzden dikkat çekici bir özelliğe bürünüyor bu anlatımda. Umut ve yenilenme isteğinin geçmişle bir yüzleşmesi kalmamıştır artık, yaşamın sürekli değişen yapısı döngüsel ritimdir ve bu da yeniden doğuşun varlığıyla şekillenir. Bu anlamda Çiğdem Sezer, anlatımını daha da güçlendirmek için, her dizeyi birer tablo gibi kullanarak, güçlü ve etkileyici bir görsel imgelem kurmaya yönelmiştir.
“kalemi hep yanlış tuttum. ondan mı
yanlış kapılara vardı yolum
zaten neydi ki bir yanlıştan başka
yazıp yazıp göndermeyi unuttuğum”
(Mektup / Kapalı Gişe Hüzünler)
Çiğdem Sezer, bu dizelerle üzerindeki duygusal yükü çok açık ve net bir fotoğrafla koyar okurun önüne. Yanlışlar ve o yanlışların doğurduğu sonuçlar açısından… “Kalemi hep yanlış tuttum”la başlayan fiziksel görüntüyü, yaşamın her alanında yapılan seçimlerin ya da alınan kararların yanlışlığına metaforik bir göndermeyle anlatmayı dener. Bir bakıma da iç hesaplaşmanın ve sorgulamanın doğal sürecine eklemlenir. O yüzden ikinci dize, birinci dizeyi hem genişletir hem de derinleştirir adeta, bunaltıdan bir öfke alanına geçmektense kendi gerçeğini somutlaştırarak yaşamın yön kaybını kabullenir şair. Sürekli bir yanılgılar zinciri olarak gördüklerini; “zaten neydi ki bir yanlıştan başka” söylemiyle bir bakıma nihilist bakışla boyutlandırmaya -ki buna boşluğa düşürmeye meyil de diyebiliriz- yönelir. Çiğdem Sezer, kuşkusuz ki psikolojik detayları da dizelerine sızdırmada ustalaşmış bir kalem, o yüzden son dizede bu bilimin davranışsal açılımlarıyla meşgul ediyor anlatımını. Unutma hali, bir çeşit kaçış veya erteleme davranışı olarak… Şairin yazdığı ama gönderemediği her neyse, bireyler üzerinden bir genelleme yaparak özgüven eksikliğinin alanını da açıyor. Çünkü baştan beri şairin, yanlış kararlar ve bu kararların sonuçlarını derinlemesine sorguladığını gördük hep. Öyleyse şair, içinde dönüp duran düşünceler ve duygularla sürekli bir etkileşim halinde olduğunu, ancak bu içsel diyaloğun başkalarıyla paylaşılmadığını da işaretliyor.
“birçok adı var yok olmanın
rüzgâr gibi ölüm gibi, kısılmış fenerlerin
ışığında bir sokak
kalmak gibi birçok
adı var gözlerimizi bir ağaca bırakmanın”
(Söz Menekşe Sokağı / Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından)
Dizelerin dilsel ve tematik anlamda bir şiirsel sağlığı oluşturması, anlatımın akıcılığından ve ritmik yapının dokusundan kaynaklı. Bu yapısal özellik; hem dizelerin anlamını hem de etkisini güçlendiriyor haliyle. Çiğdem Sezer, yok oluşların farklı yönlerini hissettirirken, varlığın sonlanma şekillerinin çeşitliliğini ve bu sürecin kaçınılmazlığını da imleyerek giriyor söze. Böylece, insanın kendi varoluşunu anlamlandırma çabasını ve yok oluşa karşı geliştirdiği bilinçli ya da bilinçsiz tepkileri de estetik bir deneyimle ve felsefi düşünme alanı açarak yapıyor şair. “kısılmış fenerlerin ışığında bir sokak” imgesi, sınırlı aydınlık ve belirsizliği çağrıştırdığına göre, insanın yaşam yolculuğunda sık sık karşılaştığı karanlık ve belirsizliklerle dolu anları da, “kalmak” sözcüğünün etkisiyle geçici durumu veyahut zamanın duraksadığı bir an olarak simgeliyor. Sözün özü; şair, zaman ve mekânın birbiriyle iç içe geçtiği ve insanın bu ilişkide kendini nasıl konumlandırdığını araştırıyor belki de… Doğa ve insan arasındaki derin bağın karmaşık ilişkisine de gönderme yapıyor: Anılarını, duygularını belki de deneyimlerini doğaya bırakma arzusuna… Günün birinde taşıdığı bedeni de nasıl olsa. Adı ölüm olana…
“söküp nallarını atların
koşturmak gibi karanlığın evine
öldün. yokluğunda
varlığı bildim
insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına baba?”
(Varlığa ve Yokluğa / Dünya Tutulması)
Çiğdem Sezer’in, “söküp nallarını atların /koşturmak gibi karanlığın evine” dizesi; özünde, belirsizliğe ve bilinmeyene doğru yapılan bir yolculuğu ifade etse de, bu derin keşfin altından özgürlüğün ve doğallığın çıktığını hissediyorum. Nalları sökülen atlar, bütün kısıtlamalarından kurtularak doğal hallerine dönüyor sonuçta. Bu gerçeği, insan üzerinden yorumlarsak peki! İnsan da ölünce o ilk doğal haline kavuşuyor. Dünyevi bütün giysilerinden, dayatılan toplum kurallarından yani her şeyden sıyrılarak… İşte şair, babasının ölüm gerçeğini kaybın ve yokluğun temasıyla sarıp sarmalayıp bu acı sonun ardından gelen karanlığı kabulleniyor… olsa da; bu belirsizliği ve acı kaybı bir alışma sürecinden geçirerek bundan sonraki yaşamında bir olumlama yolunu arıyor. Buluyor da; babasının kendi özüne dönerek rahatladığına, artık gerçek doğasını yaşadığına alıştırıyor kendini şair. Öyle ki, “insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına baba?” dizesi, geride kalanların yaşamayı yeniden öğrenme çabasına bir atıf. Bir çeşit içsel barış ve büyüme… Yine Çiğdem Sezer’in şiirlerindeki genel tema: Zaman… Çünkü yaralar hemen iyileşmez, zamanla…
“çünkü aşk zirvedir
çünkü aşk zirvedir
ölüme giden her dağcı bunu bilir”
(Zirve / Denizden Geçme Hâli)
Farklı konuşmacıların aşk üzerine düşüncelerini paylaştığı bir dizi konuşmadan oluşan Platon’un “Şölen” kitabında Sokrates; aşkı, fiziksel arzudan ilahi güzelliğe ulaşan bir merdiven olarak tanımlar. Platon’a göre ise aşk, insanın eksiklik duygusundan kaynaklanır ve onu tamamlanmaya yönlendirir. Çiğdem Sezer’in bu dizelerini okuduğum ilk anda, çok katmanlı açıklamalar gerektirecek bir anlatımın varlığına ihtiyaç duyulabileceğini sezdim. Duygu durumunun daha ötesi… Felsefi bir yönlendirme yahut tasvir olanakları… Sonuçta şair, aşkın insan yaşamındaki en yüce ve erişilmesi en zor deneyim olduğu düşüncesini, “çünkü aşk zirvedir”le iki kez tekrarlayarak, okurun dikkatini bir noktaya odaklarken, zirvenin aslında İdealar Dünyası’ndaki aşkın mükemmeliyetine de dikkat çekiyor. Dağcılık metaforu, aşkın ve yaşamın felsefi bir boyutu olarak düşünüldüğünde; büyük riskler alınarak, korkular ve zorluklar yaşanarak ve hatta sınanarak ya ulaşılabilen ya da başarısızlık (ölüm imgesi) sonuçlanabilen bir yolculuğun adıdır. Çünkü aşk, insanı yaşamın zirvesine taşıyan, ona en derin sevinçleri ve anlamı sunan bir güçken aynı zamanda büyük riskler ve acılar da taşır. Aslında Çiğdem Sezer’in bu dizelerine zengin bir yapı kazandıran olgu; okuyucuya geniş bir yorumlama alanı bırakırken kendi içsel deneyimleri ve duygusal birikimleriyle de tamamlaması gereken bir boşluk oluşturması…
“yaprağın ardından gittim
göğün altından geliyorum
bir çınlama olarak kulağımda
kalan yol hikâyesi
yüzler sesler kelimeler
yok
değil bu
bir ölünün evrak-ı metrukesi”
(Dina / Küçük Şeyler Mevsimi)
Doğayla iç içeliğin varoluşuyla başlayan dizeler,” yaprağın ardından gittim”le yaşamın döngüsüne ve değişimine tanık olmanın gerçeğine uzanırken, “göğün altından geliyorum” dizesi de bilinçli olarak o dizenin peşine ekleniyor. Çiğdem Sezer, geniş bir perspektiften baktığı için evrensel bir insan olma durumunu; küçükten büyüğe, bireyselden kozmik alana uzanan o ince çizginin de temsiliyle güçlendirme yoluna gidiyor demek ki!.. İz bırakan anıların kulaklarda hâlâ yankılandığını ya da bir bellek tazelemesi şeklinde ortaya çıktığını, bütün bu imgeler ve sembollerin yol hikâyelerinden anlıyoruz. Şair, zamanın geçişine ve ölümün anlamına dair kafasında kurguladığı o sona ulaşabilmesi için bu aşamaları -bu döngüye ve değişime tanıklık etmek- izlemeyi yeğliyor. Bu yüzden geride bırakılan belgeler veya eşyalar, kişinin yaşamının, düşüncelerinin ve varlığının kalıntıları… O halde ölüm, nihai bir son değil, bir tür geçiş belki de… Heidegger’in varoluş ve ölüm üzerine söylediğine takılıyorum ister istemez: “Ölüm varoluşun son noktasıdır ama bu son nokta bireyin yaşamına anlam katar.” Çiğdem Sezer de, insanın kendi varlığını anlaması gerektiğini şiirinin merkezi yapmıştır hep bu yüzden…
Ömer Turan
Bu yazı daha önce KE dergisi 28.sayıda yayımlanmıştır