SÖZÜMÜN SINIRLARI DÜNYAMIN SINIRLARIDIR!..
Sokakta, parkta, ya da herhangi bir dost sohbetinde, sözün bıktırıcı biçimde dönüp dolanıp hep aynı yere gelip düğümlendiği günlerden geçiyoruz.
Söz artık özgür değil. Sözümüzü sakınır olduk. Faklı şeyler söyler gibi görünürken aynı lafları biteviye tekrar eder olduk; sanki her gün aynı plağı çalan, hep aynı yere gelince takılıp kalan eski zaman gramofonları gibiyiz.
Her geçen gün, yaşadığımız politik, ekonomik altüst oluşların anlam dünyamızı daraltıp sınırladığı bir ortamda değişmeyen tek şey, iyilerin insanı deli eden sabrı ve kabullenişi oluyor!.. Sansürü içselleştirmeyi bir yaşam biçimine dönüştürdüğümüz bir ortamda. Sanki kendi hapishanemizin gönüllü gardiyanı olmaya başladık!
Oysa sakınılıp söylenmezse düşünce düşünce olur mu hiç? Dile gelmeyen her düşünce yok olup gider. İnandıklarını söyleyemezse insan, bir süre sonra daha önce inanmadıklarına inanır olur. Dolayısıyla baskıya boyun eğmek, hak ve özgürlüklerden gönüllü feragat anlamındadır. Söze vurulan pranganın buna paralel olarak düşünce dünyamızı da kısırlaştırdığının farkında olmalıyız.
Özgürlük yoksa ne düşünce gelişir ne de söz çoğullaşır…
Ünlü filozof Wittgenstein; “dilimin (sözümün) sınırları dünyamın sınırlarıdır” derken, dil (söz) ile düşüncenin, özgür bir ortamda birbirini besleyen, birbirini tamamlayıp anlamlı hale getiren kavramlar oluşuna dikkat çeker. Wittgenstein’e göre; “Düşünce ufkumuzda yaşanan her daralma dilimizin fakirleşmesine neden olur.” Sınırlı sayıda kelimeyle düşünen ve yaşayan, yetmemiş gibi birde gönüllülük temelinde kendi kendine “oto sansür” uygulayarak sözünü sınırlamış insanların, köklü ve kalıcı bir medeniyet inşa etmesi mümkün değildir.
Kaldı ki sözün çoğul olmadığı bir dünya nasıl da küçük, nasıl da sığdır!..
Sürekli konuşuyoruz. Tuhaf değil mi, hem hiç susmuyoruz ama hem de hiçbir şey söylemiyoruz! Sözcükler toz taneleri gibi havaya savruluyor. Halbuki marifet, sözcükler tozumadan onlardan dünyalar kurmakta. Anlamlı birkaç söze muhtaçken, ekran başında hiç durmaksızın konuşan politikacıları ya da sözüm ona analistleri dinlemekle en değerli zamanları tüketiyoruz. Bu manada büyük cümleler kurup yol gösterenimiz oldukça fazla. Ancak dinlediğimiz sadece sözün hiçliğini örten bir uğultu, bir laf kalabalığı…
Başka?
Başkası lafügüzaf!..
Oysa kasıtlı olarak şekillendirilmiş bu kafa karışıklığı çağında gerçeği özgürce konuşmak bir devrimcinin görevi olmalıdır Zira özgür olmayan söz katılaşır, gerçeklik iddiası aşırılaşır… Sonuç ise gerçeğin yok oluşudur! Uzun zamandır birbirlerinden pek de farkları olmayan ruhları tutsak politikacılar arasından, belki deyip farklı arayışımızı sürdürüyoruz. Ancak Farkı görmek için ne denli uğraşırsak uğraşalım, anlamı ertelenen söz oyunları içinde ulaştığımız hayal kırıklığından başka bir şey olmuyor.
Tek çözüm yanılsamaları öteleyip, korkuya boyun eğmeyen dirençli topluluklar inşa etmekten geçiyor. Seyirci değil de, adaletin, hakikatin, koruyucusu onurlu insanlar.
Kısacası “Geleceği ne anketler ne de güçlü adamlar belirliyor dostlarım; biz belirliyoruz. Gerçeği özgürce dillendirip, dayanışmayı pratiğe döktüğümüz sürece tarih bizi haklı kılacaktır.”(*)
Çünkü değişim gösteriyle veya kurtarıcıyla değil, sabır, cesaret ve inançla şekillenir. Demokrasiyi kurtaracak tek anlık mucize yoktur, gerçek değişim, ancak inşa edilir.
Sevgiyle, dostlukla.
(*) – NoamChomsky