DİZELERİN AKLI
(Kenan Sarıalioğlu / Dicle’nin Köpükleri)
“Hiçlik
Varlığa dokundu
İkiye bölündü Varlık
İnsan ve toprak!
Varlık
Hiçliğe açıldı
Okundu şiir olarak.
Ve şair:
Ben şimdi
Bir hayal olsam dedi
Sen yürürken gözlerin ufuklarda…”
(Varlık-Hiçlik)
Kenan Sarıalioğlu, bu dizelerle, varoluş ve hiçlik kavramlarını derin bir imgelemle ele alıyor. İlk dizedeki “Hiçlik, varlığa dokundu” söylemi, ontolojik bir sorgulamaya kapı aralıyor aslında: Hiçlik ve varlık, birbirinin zıttı olan iki kavram, ancak burada aralarındaki sınır silikleşiyor, birbirine temas ediyor. Sanki varlığın kökeni hiçlikten doğmuş gibi, bu temasta varlık şekil alıyor. “İkiye bölündü varlık” dizesi ise, insanın varoluşunun iki ana unsura ayrılmasını imliyor bize: İnsan ve toprak. Bu ayrım, hem fiziksel hem de metafizik bir anlam taşıyor. İnsanın bedeni, toprakla, yani doğayla birleşirken; ruhu, bilinmezliğin, sonsuzluğun simgesi olan bir başka boyuta yöneliyor. Sonraki “Varlık, hiçliğe açıldı” dizesiyle şair, varlığın kendini sonsuz bir boşluğa, bilinmezliğe bırakışının öyküsüne odaklanıyor. Bu, bir anlamda insanın kendisiyle yüzleşmesi, kendi sonluluğunu idrak etmesi, aynı zamanda kendi hiçliğini kabul etmesi anlamını taşır. Bir varlık olarak insan, varlığıyla hiçliğe doğru genişler, belki de kendini hiçliğin şiirine dönüştürür. Burada “şiir” bir anlamda insanın varoluşunun özeti, onun dünyaya bıraktığı derin anlamın simgesi… Sarıalioğlu’nun, “Ben şimdi bir hayal olsam” demesi, varoluşun muğlaklığına, insanoğlunun varlığının belirsizliğine dair bir imgedir. Hayal, var olan ama aynı zamanda dokunulamayan, belki de sadece zihinlerde canlandırılabilen bir olgu. Öyleyse şair, kendi varoluşunu hayal formunda tasarlıyor ve dünyadaki varlığının maddi ve gerçekliğin ötesine geçtiğini de işaretliyor. Zaten son dizeyle, ufuklara doğru yürüdüğünü; yaşamı boyunca aradığı anlamı bulma peşinde olduğunu açıkça söylüyor. Ancak ufuk her zaman ulaşılmazdır, tıpkı insanın kendi varlığının özünü tam anlamıyla kavrayamaması gibi…
Dağda
Kireçtaşı
Bende kemik…
Biri duran
Öbürü yürüyen ölüm…
Yeşeren otlar arasında…
(Taş ve Kemik)
Kenan Sarıalioğlu, bu dizelerle doğa ve insan varlığı arasındaki derin bağı, ölüm ve yaşam kavramlarının iç içe geçtiği bir imge zenginliğiyle sunuyor okura. “Dağda” sözcüğüyle aralıyor pencereyi. Çünkü dağ, insanın evrenin büyüklüğü karşısında hissettiği yalnızlığı ve küçüklüğü simgeler. Dağ, yüce ve sabit bir gerçeği temsil ederken, diğer yandan da zamanın akışını umursamayan bir mekân olarak çıkar karşımıza. Doğa burada hareketsiz bir tanık gibidir; insan hayatının gelip geçiciliğine rağmen, o hep oradadır, sarsılmaz ve sessiz… Öyleyse, “Kireçtaşı” bu sabitliğin bir başka yansımasıdır diyebiliriz. Kireçtaşı, zamanla yavaş yavaş eriyen ama kendi varlığı içinde büyük bir direniş sergileyen bir yapıya sahip. Kemik ve kireçtaşı arasındaki benzerlik, insan bedeninin doğaya ait olan bir element olarak görülmesinin işareti. Bu iki varlık -biri organik, diğeri inorganik- aynı sonu paylaşır: Zamanla eriyip, doğaya karışmak. Şairin, “Bende kemik” demesi, insanın bu dünyadaki maddesel varlığına gönderme yaparken, aslında onun da bir gün doğanın bağrına karışacağını, toprağa döneceğini anımsatır. “Biri duran, öbürü yürüyen ölüm” dizesi ise, ölümün iki yüzünü açığa çıkarıyor gibi! Bir yanda dağ gibi sabit bekleyen bir ölüm var; zamanın dışında bir sonsuzluk gibi durur. Diğer yanda ise yürüyen, hareket eden, insan hayatına doğru yaklaşan kaçınılmaz bir ölüm… Sarıalioğlu, ölümü durağan ve dinamik iki farklı boyutta işliyor aslında. Ölüm hem her an yanımızda bekleyen hem de adım adım bize yaklaşan… Yaşam ve ölüm, bu dizelerde birbirinin karşıtı olmaktan çıkıyor ve birbirine geçen, iç içe var olan iki gerçekliğe dönüşüyor sonunda. İşte tam da bu anda geliyor son dize: “Yeşeren otlar arasında…” Çünkü, insan, kemikleriyle ölüme yürüyen bir varlık olsa da doğa, ölümden bile yaşam yaratma gücüne sahip…
Ey çelişki!
Ey kalbimdeki paslı zemberek!
Sakın ha,
Parçalanma,
Dökülme benden önce…
(Duvarın Gölgesinde)
“Ey çelişki!” seslenişi, felsefi bir yankıdır öncelikle. İnsanın varoluşsal bir ikilemi içinde taşıdığına, sürekli bir denge arayışında olduğuna dair bir yankı… Bu çelişki, insanın kendi iç dünyasında yaşamayı kaçınılmaz kıldığı, kimlik ve benlik arasında gidip gelen duygusal bir gerilime de göndermedir. Her an kırılabilecek bir gerilim hattı gibi, Kenan Sarıalioğlu bu içsel zıtlıkla yüzleşmeyi deniyor bir bakıma. Çelişkinin kişileştirilmesi, onu insanın bir parçası, ayrılmaz bir gölgesi yapar haliyle. Çelişki, bireyin iç dünyasında yankılanan bir varlık gibidir; onunla konuşmak, bir insanın kendi özüne dönüp seslenişidir de. Şair özellikle sonraki dizede, “Ey kalbimdeki paslı zemberek!” diyor devam eden bir seslenişle. Zemberek, mekanik bir saat parçası olarak gerilim altında çalışır; zamanı düzenler, hareketi başlatır. Buradaki zemberekle şair, kendi ruhsal durumunu açıyor okura. Fakat bu zemberek “paslı”dır; işlevini yitirmek üzeredir, çürümektedir. Pas, zamanın aşındırıcı etkisini, bir çeşit yorgunluğu, yaşamın ağırlığı altında ezilen bir insanın kırılma noktası… Kalpteki zemberek, insanın içsel dinamizmi ve yaşam gücü… ancak paslanmış olması onun artık eskisi gibi işlevsel olmadığını, aksadığını ve hatta durma noktasına yaklaştığını gösteriyor. Oysa Sarıalioğlu, “Sakın ha, parçalanma, dökülme benden önce” dizesiyle içindeki bu paslanmış ve çatırdayan mekanizmaya bir uyarıda bulunuyor: Bu bir yerde, insanın kendisiyle olan savaşında pes etmeme çığlığıdır. Çünkü dökülmek, yavaş bir çözülüşü, sessiz bir çöküşü anlatır. Bir yandan hayata tutunmak için verilen büyük bir çaba, diğer yandan bu çabanın yavaşça tükenişiyle yüzleşilir. Sonuçta Kenan Sarıalioğlu, bu mücadelenin tam orta yerindedir ama çelişkilerini yenmek ya da onlarla barışmak zorundadır…
“Ben de bir Tanrı’yım kendi halimce.
Dicle’nin köpüklerinden yarattım onu
Vücudunu yeşil otlarla sildim
Bakakaldım öylece…”
(Gölgeler ve Köpükler)
“Tanrı” kavramı salt teolojik bir anlamda değil, insanın yaratma ve şekillendirme gücünü simgeleyen bir metafor da aynı zamanda. İnsan, kendi halince, yani sınırlı ama yine de anlamlı bir biçimde, kendi dünyasını yaratabilme yetisine sahip. Buradaki “Tanrı”nın büyüklüğü, evrensel bir düzeni başlatmak ya da sonlandırmaktan öte, bireyin içsel ve kişisel evrenini inşa etme gücüyle ilgili. Nihayetinde insan, hayatın akışını yönlendiren, onu şekillendiren bir figür… Sartre’ın “Varoluş özden önce gelir” düşüncesine de bir atıf sanki yukarıdaki dizeler! Çünkü birey, dünyadaki varlığını sadece yaşayarak değil, aynı zamanda kendi yaratıcılığıyla anlamlandırarak tanımlayabilir ancak. Ve Kenan Sarıalioğlu sonraki dizesiyle bu yaratıcı bireyin malzemesinin doğadan geldiğini söylüyor: “Dicle’nin köpüklerinden yarattım onu”. Dicle, tarihsel ve kültürel derinliğiyle insanlığın köklerine ve kolektif bilinçaltına işaret eden bir nehir. Dicle, Mezopotamya’nın bereketli topraklarıyla hayat bulan medeniyetlerin simgesi olarak karşımıza çıkar. Burada, Dicle’nin köpükleri, canlılığın ve yaratımın kaotik, değişken yanlarını simgeliyor. Köpük, suyun en geçici formudur; her an yeniden şekillenebilir, dağılabilir ya da yok olabilir. Aynı zamanda, bu dizelerdeki “yaratım” süreci, suyun canlılığı ve döngüselliği üzerinden sürekli bireyaratım anlayışına işaret… Sarıalioğlu devamında da yine düşüncesini destekleyen imgelere başvuruyor. “Yeşil otları” umudun ve dirilişin rengi yaparak… Öyle ya, yeşil otlarla silinen vücut, doğanın saflığıyla örtülen, onunla yeniden bütünleşen bir beden. İnsan, yarattığı her şeyde doğanın izlerini taşıyor çünkü. Kenan Sarıalioğlu hem dizesinde hem de düşüncesinde taşıdığı bu doğasal edinimin hayranlığını ve hayretini de okura anlatmaktan da geri durmuyor: İnsan, kendi yarattığına bakarken, kendi içindeki tanrısal güce ve yaratma yetisine şaşırabilir belki de…
Ömer Turan


Trabzon Madene Teslim Edilemez Süleyman Hacıbektaşoğlu yazdı
Ayrıcalıklı Memur, İmamlar…
BAŞKAN ULUDÜZ’ÜN ÖĞRETMENLER GÜNÜ MESAJI
BİR İLÇENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI; Abdülvahap ULUDÜZ yazdı
TÜRSAB Doğu Karadeniz Bölge Başkanı Mehmet Ali Tuna;